26 Mayıs 2015 Salı

Sahi Hz. Adem reçel sever miydi?

Batının medeniyetimize en büyük hediyelerinden birisi. Onları kadın haklarını savunduklarını iddia ederken göreceksiniz. Materyalist bir dille cinsiyetçiliğin dibini bulurken itiraz edenleri kadın düşmanı olarak yaftaladıklarını fark edeceksiniz. Sizleri mahkum edildikleri karanlık zindana çekmeye çalışacaklar. Onları dillerinden ve yazılarından akan nefretle tanıyabilirsiniz. Kendilerine feminist müslümanlar ismini veriyorlar ama ben müslüman kısmına net bir itiraz çekiyorum. Zira batının artık tükenen ve insanlığı büyük bir yıkıma götüren diline hapsolmuş jargonları bir hakikat ve adalet çağrısının dili olamaz. 

Batının kilise tahakkümüne karşı giriştiği mücadele önümüze pek çok hareket çıkarttı. Şu anda iki ağabey ve bunların küçük kardeşleri halen hayatımıza etki etmeye devam ediyorlar: Kapitalizm ve Marksizm. Kapitalizm moderni doğurduğunda dünya artık yeni bir efendiye sahip oldu. Tüketim ismindeki efendimiz hem erkekleri hem de kadınları doğal olanla yani tabiatla giriştiği savaşın birer neferi haline getirdi. Bu savaşa hakiki bir cevap üretemeyen ve kadın erkek ilişkilerine dair tek savını efendi-köle algısı üzerinden konumlandıran Marksizm cinsiyetleri eşitleyerek zayıf ve oldukça aciz bir şekilde verdiği mücadeleyi kaybetti. Lüksün ihtiyaç haline dönüşmesi, istediğini edinemeyen insanın daha vahşi ve şiddet dolu bir doğaya bürünmesi, sürekli olarak bir şeyleri arzulamak ve bir şeylerden nefret etmek üzerine kurulu bir dünya algısını beraberinde getirdi. Artık sadece arzuladıklarımız ve nefret ettiklerimiz var. Kadın da bu algı saldırısından nasibini aldı, erkek ve kadının arasındaki mizaç daraldı. Güzel olanı temsil eden kadın figürü artık bir arzu nesnesi. Tıpkı erkeğin de arzu eden ve elde etmek için etik olmasa bile her fırsatı değerlendiren bir doğaya sürüklenmesi gibi. Bu durum elde edemediği arzu nesnesini şiddetle veya parayla elde eden erkek figürünü hayatımıza sokmuş oluyor. Elbette bu durum kadını şiddetin nesnesi haline getiriyor ve kucağımızda bu garabetten doğan bir ideolojiyle başbaşa kalıyoruz: Feminizm. 

Feminizmin en büyük hatası sorunun kökenine dokunmadan şiddeti yine bu sorunu ortaya çıkaran ideolojilerin evladı olarak aynı dille çözmeye çalışması oldu. Şiddet var demekten başka bir tahlil yapamazsanız ve tek yaptığınız şiddeti üreten erkek nesnesine saldırmaktan ve onun gibi olmaya, onun gibi yaşamaya ve onun doğasını edinmeye çalışmaktan ibaret olursa iki yüz yıllık bir mücadele de verseniz sorunu ortadan kaldırmanız mümkün olmuyor. Sonuç; feminizm erkeği ve kadını birbirlerinden nefret eden ötekiler yaparken erkekleri de ikiye bölmüş oldu. Feminist kadınların yanında görünmeye çalışan fakat ne asli fıtratına ne de modernin fıtratına sahip olabilen aklı karışıklar ve şiddet üretmesinin karşılığında aldığı nefreti anlamlandıramayan ve kolay bir şekilde yok saymayı seçenler. Sanırım feminizmin sorunu çözmeye çalışırken işleri ne kadar karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hale getirdiğini burada görmüş oluyoruz. Artık elimizde atılmış basit bir düğüm yok, aksine çözülmesi zor bir karmaşık düğümle başbaşayız.

Feminizmin özünde yapmaya çalıştığı aslında şu: Benim bir arzu nesnesi olmakla problemim yok fakat arzu nesnesi gibi davranılmakla problemim var. Ben erkeğin para, güç ya da şiddetle elde ettiği avı olmaktan çıkıp erkek gibi onun yöntemlerini kullanmaktan çekinmeyen bir avcı olmak istiyorum. Benim kadın haklarından anladığım erkeğin iktidar yollarını edinmekten ibaret. Soruna kapsamlı bir çözüm üretmek ve yozlaşanı düzeltmek istemiyorum, bu yozlaşmanın içinde kendime daha imtiyazlı bir konum almak istiyorum. İşte bu yozlaşmış eşitlik talebi kucağımıza yepyeni bir sorunu düşürmüş oluyor. Kadın mücadelesi sadece bir iktidar savaşı haline dönüşürken erkeğin alanı daralıyor, cinsiyetler birbirine yaklaşıyor, doğal fıtratlar yozlaşıyor. Erkek ve kadın fizyolojik olarak birbirinden çok farklı olmalarına, farklı arzulara, ilgi alanlarına, davranış biçimlerine sahipken fikriyat olarak üzerlerine oturmayan ve rahatsız eden aynı giysiye girmeye çalışıyorlar. Feminizmin başından beri eşcinsel hareketleri desteklemesinin altında da iki farklı doğayı tek doğaya indirgeyen bu yozlaşmış eşitlik talebinin ne kadar etkili olduğunu burada görebiliyoruz.

Son otuz yıldır dindar kesim de yaşadığımız bu dünyada içinde olduğumuz bu sorunlarla yüzyüze geldi. Tam da bu yüzleşmenin eseri feminist müslümanlar. Bu arkadaşlar ne kadar tahsil seviyeleri yüksek de olsa sorunun tamamını ve kökenini görememekten muzdaripler. Öğretimin tek başına düşünce üretimini ve tahlil kabiliyetini mümkün kılmadığını da böylece görmüş oluyoruz. Sonuçta kendilerine bir yazın mecrası bulan bu hareketin etkilendikleri ideolojilerin söylemini zorlama bir şekilde dinde aradığını ve zorlama ilişkilerle önümüze tadı başka her şeye benzeyen bir reçel koyduklarını görüyoruz. Söylem dilini kullandıkları ideolojilerin gereklerini yerine getirmek de bu hareketin en büyük mahkumiyeti diyebiliriz. Eşcinsel hareketlerin destekçiliği, Hz. Adem kadın mıydı yazısı, cuma namazı kıldıran kadınlar, cumhuriyet savcısını katleden sözde devrimcilere duygulanma, sorunu kronikleştiren erkek düşmanlığı, aşağılayıcı dil bunlardan sadece bir kaçı.

Turşu blog mecrası modernin önümüze oyalanmamız ve asla bir çözüm bulamamamız için koyduğu bu düğümü çöpe atıp meselenin özüne dair 'söz' söylemek ve gerçek bir çözüm üretmek için sizlerle artık. Burada nefrete karşı sevgiyi, yozlaşmaya karşı hakikati, tüketime karşı berrak düşünceyi öne çıkarmaya çalışacağız. Allah mahcup etmesin.

Kadınların en büyük imtihanı

                                                  KADINLARIN EN BÜYÜK İMTİHANI
Turşu blog’un açıldığı ilk günlerde “acaba millet blog hakkında ne yazmış” merakı ile turşu blog’u twitterda arattım. Olumlu olumsuz birçok eleştiriye şahit oldum. Lakin en çok şaşırdığım durum, turşu blog’un kadın takipçilerinden feministlerin rahatsız olmasıydı. Yani onlardan farklı düşünen bir topluluk ve cinsiyetine ihanet eden bir şebeke vardı. Sonra biraz düşündüm ve erkek ve kadının en büyük ortak noktasının kadınlar olduğuna kanaat getirdim. Çünkü iki cinsinden en büyük imtihanları bu terim üzerindendi.

Bu tespitimi kuvvetlendirmek adına birkaç örnek vermek istiyorum. Mesela giyim konusunu ele alalım. Çoğu erkeğin giyim tarzını aslında kadınların istedikleri tarz belirliyor. Kısa kollu gömlek giyen erkeğin dışlanması kadınların oyunlarından başka bir şey değildir. Bu apaçi diye nitelendirdiğimiz erkeklerin giyiminde de o mizaçlı kadınların etkisi göz ardı edilemez. Lakin kadınların giyim tarzı, kendi hemcinslerinin beğenmesiyle yahut beğenmemesiyle değişkenlik gösteriyor. İki erkek tabiri caizse pişti olunca bir sıkıntı çıkarmazken kadınların o ortamı en kısa sürede terk etme azimleri bu durumun apaçık kanıtıdır.

Kıyafet demişken biraz tesettür hakkında bir şeyler söylemek istedim. Doğru ya da yanlış tesettür değil de kadınların bu durumda da birbirlerini nasıl etkiledikleri hakkında birkaç kelamım olacak. Malumunuz ki 2002 yılından itibaren Anadolu’nun muhafazakâr halkı kızlarını okutmaya başladı. Okullardaki tesettürlü kadınlarımızın sayısı arttı. Tesettür hakkındaki önyargılar teker teker kırılırken önceleri bu duruma cesaret edemeyenler de tesettüre bürünmeye başladılar. Bu noktaya kadar her şey olumlu ve gayet güzel ilerliyordu. Lakin nefsinin, feminist(!) hocaların tuzağına düşen bazı kadınlar tesettürün adına aykırı hareket ederek işi iyice zıvanadan çıkarttılar. Yukarda verdiğim olumlu örnek gibi bu olumsuz örnek de taraftar buldu ve iyice yayılmaya başladı. Kadın en büyük imtihanı olan kendisiyle baş edememişti ve arkadaşlarına bu zorlu sınavda yanlış kopyalar vermişti.

Demek istediğim şudur ki aslında bu blog’da erkekler tarafından yazılan yazılar feministler tarafından fazla ciddiye alınmayacaktır. Kadın kendi kendisiyle imtihan olduğu gibi yine kendisini, kendi cinsinden bir el tutarak kurtarabilecektir. O yüzden buradaki kadın yazarlara çok iş düşmekte. Onları bu çukurumdan belki de sadece siz kurtarabilirsiniz. Biz ise ataerkil ve eril bir yazılarımıza devam ederiz.

Selametle.


Feminizm bir illettir arkadaşlar

Hakikaten feministlik bir bela bir hıyanet evlenmemiş, birisi için baba evinde bir düşman evlenince de, koca evinde bir tehlikedir bana göre ki`; Allah'a sığınıyorum bu durumdan .

Şöyle ki ben hiç feminist olmadım olamadım (ezik miyim tabi ki de hayır]

Yetiştirilme faktöründen dolayı çünkü annem babama çok acıyan ve merhamet duyan bir hanımdı bizde öyleydi ama herkese göre değişen bir şeydi çevremde gördüklerim beni sorgulamaya itti sonraları annelerde bir hınç vardı ben yapamadım kızım ayaklarının üstünde dursun okusun babayı  ikinci planda gören bir zihniyetle kız çocuğu yetiştiriyorlardı savundukları tez ideaları erkeğe muhtaç olmadan ayaklarının üstünde durmak tamam eğitim kariyer çok güzel olgular ama bunun içi boştu doldurulması lazımdı unuttukları bir şey vardı güzel ahlak bu sihirli kelime şık durmamıştı kızlarımızda ayakların üstünde durulurken çok tavizler verildi Şayet eğitim kültür  güzel ahlak hasletler  aynı orantıda gitseydi o zaman evlerde donanımlı munis şefkatli eşler anneler ablalar kız kardeşler olacaktı yada evliliğe hazırlanan genç kızlarımız

Arkadaşımın gittiği bir düğünde  gelin adayı kulis yapıyormuş dua edin benim dediğim olsun evlilikte diye ama evlilikleri sadece üç ay sürmüştü dediği olmamıştı yani herhalde kendisine göre. Ne olmuştu bizim sevgimize bir kariyerle mi son bulmuştu bu kadar gönlümüzü sevgiye ne zaman kapatır olmuştuk bütün eğitimler kariyerler erkeğe güç gösterisinde bulunmak   ve meydan okumak için miydi yani bunun toplumda böyle algılanması evllikten soğukluğa veyahutta evlenmemeye giden sonuçlar doğurmuştur.

 Aileden kaynaklanmaması için feminist duyguları kızlarımıza empoze etmemek adına öncelikle babalar baba gibi olmalı en son duymamalıdırlar her şeyi daha etkin olup ipleri ellerine alıp Hazret Muhammedin ailedeki rolünü örnek alarak bu işi götürürmeleri  gerekmektedir ozaman herşey daha iyi olacak eminim yoksa 
müslümanın feministimi olurmuş müslümanlardanda duygu asenalarmı çıkaracağız bu gidişle dedirtmeyelim başka kesimlere

5N1K

Karışık kafaların 5N1K’sı.

Ne?

Taarruz. Muhatap kitleniz belli. Kendilerini –ama İslami, ama gayr-ı İslami yaşam süren- erkek olarak tanımlayan,  sabahın köründe yarı baygın işe giden, akşamın darında, yanındaki tutamaçtan tutan adamın bıyıkları, yanağına sürüle sürüle toplu taşımayla evine gelene de; şirket ortaklığı ayarında evlilik veya birliktelik – ki bu haramdır -  yaşayan ve ihmaller içinde intiharlara gebe olana da taarruz.

Ne zaman?

Her zaman. Yolculuk yaparken, alışveriş esnasında veya yağmur yağarken … Zamanla kısıtlamadan erkek egemen topluma ayar vermeli. Yan masada oturan abilerin söyledikleri duyulduğu anda irite etmeli, ortanca abinin akşam eve gelince ettiği nasihatleri tiksindirmeli. Çünkü erkekler kadınlara bir nasihat, bir tavsiye veya eleştiri getirmemeli.

Nerede?

 Erkek ırkının nefes alıp verdiği her yerde. Metrobüs olsun, kampüs olsun, Çarşamba pazarı olsun… Erkeğin kadın hayatına müdahalesi fiili zaten olamaz, içinden bile geçmemeli. Yer verirken bile art niyet güden erkek ırkına ters ters bakmalı, bakamasak bile bakmış kadar olmalı.

Nasıl?

Ölümüne. Ölümüne nefretle. Sanki pahalı eşarplar takıp instagram’da dudak büzüştüren hem cinslerini erkek ırkı kışkırtıyormuşçasına nefretle.

Niçin?

Allah’tan ümit kesilmez, umulur ki erkek ırkı yok olsun. Çünkü en mahrem halini bağıra çağıra aile efradına ifşa etmeyi marifet bilen lise mezunu olmakra rüşde ermeyi bir tutan kadın mutlak egemen olmalıdır. Yok sayılmamalı, kendisine sonsuz saygı duyulmalı.

Kiminle?

Tabii ki karşı cinsin açığını yakalayan herkesle. Öncelikle kendimizle, kadınlığımızla. Bir hatayı herkese maletmek isteyen herkesle. “Bacım kusura bakma” diyenin kadını aşağıladığını varsayan herkesle.


Neyse Evde Kılarım

Ahşap kapıyı yavaşça çekti ve kapıyı kapattı. Elindeki anahtarı paspasın altına koydu. Cebinde anahtar taşımayı seven birisi değildi. 90'lardan kalma bir binanın içinde, rutubetli duvarların, eskimiş merdivenlerden ağır adımlarla binanın çıkışına ilerledi. Yüreği el vermesede çok para verip aldığı ceketinin, iç cebinden sigarasını çıkartıp, ağzına doğru götürdü. Bir yandan da çakmağını arıyordu, buldu... Artık rahatlıkla yoluna devam edebilirdi. Sağında bakkal, solunda kıraahatane önünde oturmuş yaşlı amcalar... Eskiyle bağını koparamamış bir mahallede yoluna devam etmekte... Her gün evden çıktıktan sonra ilk iş olarak gittiği yere varmaktaydı. Artık aralarında sadece küçük bir cadde vardı. Arabaların hız mesafelerini ayarlayıp karşıya geçmekteydi, ilk denemesinde adımını atmasıyla geri çekilmesi bir oldu. İkinci sefer bütün cesaretini ve zekasını kullanarak karşıya geçmeyi başardı ve yüzünde mutlu bir tebessüm bıraktı. Sigarası da bitmek üzereydi. Filmlerdeki bir edayla sigarasını atıp devam etti. Bank boştu. Her zamanki gibi gitti ve oturdu. Kız kulesini karşısına alıp başarılı olmanın rahatlığıyla geriye doğru yaslandı. Bir müddet böyle kaldıktan sonra elini yine yeni aldığı ceketinin içine daldırdı. Bir sigara daha vakit dolmadan bir sigara daha.. Her zamanki gibi orada bulunan Ömer abiden çayını alıp sigarasını içmeye koyuldu. Sigarasının sonu gelmekteydi. Vakit dolmuştu. Öğlen ezanı... Bardağı bankın üzerine koydu, yanına da 1₺. Kalkerken orta parmağı ve baş parmağının yardımıyla sigarasını denizini içine doğru fırlattı.         Camiye doğru yola koyuldu. Yolda geçmişi düşünüyordu. Geçmişine göre geleceğini nasıl tasarlayacağını... Olduğu yerde durdu... Aklına çorabının delik olduğu geldi. Bu halde camiye gidemezdi. Rotasını tekrar evine çevirdi 'Neyse evde kılarım' diyerek.

@hhemingway_

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Reyhan Çiçeklerine Selam Olsun

Ben çiçeklerden en çok reyhanı severim mesela. Hayır, marjinal olma sevdasında değilim, kendime bohem mutluluklar oluşturmak ya da çiçekler âlemindeki belli başlı birkaç çiçeğin hegemonyasını kırmak iddiam da yok. Sebebimi dinleyin, hak vereceksiniz…

Gül, enfes bir kokuya sahiptir. Güzel bir görüntüsü vardır. Rengi kırmızıysa derdi başka, sarıysa başkadır. Ama bunların yanında hafife alınamayacak bir yanı vardır gülün: Kokusunu herkese hissettirir. Bahçeden geçen herkes gülün kokusunun ve nazlı duruşunun farkına varır. Civardaki herkese varlığını hissettirmek zorunda hisseder kendini. Tıpkı “hangi çiçeği seversiniz?” sorusuna genel itibariyle verilen hanımeli, leylak, kasımpatı, karanfil ya da tüm diğer çiçekler gibi… Her biri varlığını ilan etme, ‘ben buradayım’ deme çabasındadır sanki. Ama reyhan…
Reyhan özeldir. Alabildiğine sade, gösterişsiz bir görüntü, farkına varılmayacak bir koku. Ama eğer ellerinizi sürer, okşarsanız yapraklarını reyhanın, yani civardan geçen herhangi biri olmaktan daha fazlasını yaparsanız, namahrem olmaktan çıkıp mahremine girerseniz eğer, size daha önce hiç almadığınız bir kokuyu sunar.

Malumunuzdur, reyhanın kokusunu almak istiyorsanız ellerinizi yapraklarına sürmeniz icap eder. Yani aslında reyhanı değil, kendi ellerinizi koklayarak alırsınız o muhteşem kokuyu. Hatta rivayet odur ki; aynı reyhanın yapraklarına ellerini süren farklı iki kişinin aldığı koku bile aynı değildir. Çünkü reyhanın kokusu teninizin kokusuyla, temizliğiyle birleşip ulaşır burnunuza. Siz ne kadar temizseniz reyhanın kokusu da o kadar güzeldir yani.

Gül ile bülbülün sevdasını cümle âlem bilir mesela. Bülbülden olmasa bile gülden sebeptir. Bir kendini fark ettirme, hissini ilan etme çabası: ” Hey! Siz, kokuma meftun, kokumla Mecnun olanlar. O kadar talibe rağmen ben bülbülü seçtim, bilin.” Sanki bülbüle olan aşkı birilerince bilinmezse yeterince kıymetli, yeterince sevdalı olamayacağından korkar gibi… Kim bilir belki de sevdalarını herkese duyurduklarından mütevellit bir türlü kavuşamadılar birbirlerine. Ya da sevdaları ayağa düştü de, haklarında herkes konuşabilir oldu. Sevda kalpte tutulduğunda değerli galiba, teşhir edildiğinde ne kişinin bir ağırlığı kalıyor, ne de hislerin saygı duyulası bir tarafı. Kalbi dert taşımasını en çok bilen de, taşıdığı hislerden ve sahip olduğu gösterişsiz güzellikten dolayı en çok saygıyı hak eden de reyhan galiba. Çünkü baksanıza, reyhana dair en ufak bir söylenti, en küçük bir dedikodu çıkmamıştır koca edebiyat tarihinde.
Gül ya da diğerleri, başkalarınca tanındığı sürece mutludurlar. Kendilerini ne kadar öne çıkarabilirlerse; saklı güzelliklerini, daha doğrusu hak etmeyenden saklanması gereken güzelliklerini ne kadar herkesin gözleri önüne serip kendilerini teşhir ederlerse, yani ne kadar çok hissederlerse tanındıklarını, o kadar değerli olduklarını zannederler. Ama reyhanı kimse bilmez, yapraklarını okşayanlar hariç. Üstelik, değerli olduğunu hissetmek için diğer çiçekler gibi başkalarının beğeni dolu bakışlarını ve cümlelerini duyma ihtiyacı da hissetmez reyhan, bilakis kendisine dokunana değer verir. Ayrıcalıklı hissettirir, başka kimsenin almadığı, alamayacağı bir kokuyu hizmetine sunarak…

Diğer bütün çiçekler olanca hünerleriyle kendilerini beğendirmeye çalışırken, kokularını, renklerini, sahip oldukları güzellik adına her nimeti, hak edip etmediklerine bakmaksızın civardan geçen herkese tabiri caizse teşhir ederken reyhan alabildiğine vakurdur. Bekler… Farkında gibidir en özelkokulardan birine sahip olduğunun, peygamber tavsiyeli, peygamberin sevdiği koku olduğunun, Cennet olduğunun… Kendini teşhir etmez, hak edenin onu bulacağını bilir gibidir. Zaten, Allah (c.c) “Temizler temizler için…” diyerek hak edileceğinin garantisini de vermiştir.




Allah (c.c)’ın Kuran’da emrettiklerinin dışında, yarattıklarında ibretler aramamızı isteyerek de bize yol gösterdiğine inanmışımdır hep. Allah, Kuran’da emrettiği bir şeyi tabiatta vücuda getirerek emrin nasıl yerine getirileceğine dair örnekler sunar. Kim bilir belki de reyhanın yaratılma amacı budur,Allah’ın verdiği nimeti nefsinin emrine sokmadan yaşayabilme gayreti. Alabildiğine gösterişsiz yapısı ve dışarıdan bakıldığında neredeyse hissedilmeyen kokusuyla Müslüman bir hanımın sosyal hayatta, toplum içinde nasıl davranması gerektiğini göstermek için yaratılmıştır belki. Ya da, Allah tarafından güzellik olarak nimetlendirilmiş olsalar da, sahip oldukları bu güzelliği uluorta teşhir ederek ve bunu bir yarışa dönüştürerek, hem sahip oldukları nimetin imtihanını kaybedenlere, hem de başkalarının nefsiyle olan imtihanını kaybetmelerine sebep olanlara bir öğütleyici olarak da yaratılmış olabilir pekâlâ…
Mesele sadece reyhan olabilmekte değil elbette, reyhanın kokusunu hak edecek temizlikte bir tene sahip olmanın da kavgasını vermek gerek. Biz gül kokusuna methiyeler düzüp gözümüzü kendini bize sunanlardan alamadığımız sürece ne reyhanlar hak ettiği ilgiyi görecek, ne de bahçıvanlar, yani anne babalar, yeni reyhanlar yetiştirmek için iştiyaklı olacak. Gözü sürekli gül görmeyi kanıksamış, gözü sürekli gül arayan, yani teni kirlenmiş birisi reyhanın kokusunu da hakkıyla alamaz. Çünkü dedik ya, reyhanın kokusu tenimizin kokusuyla birleşerek gelir burnumuza. Koku ne kadar güzel olursa olsun, ten kirli oldukça kokunun güzelliği anlaşılamaz.
Hâsılı; söylesenize, haksız mıyım?..

Turşu Sirkeyle Yapılır

Geçen gün evde oturmuş televizyon izliyordum. Hani bildiğiniz dümdüz televizyon. Öyle feminist ya da sosyalist bi televizyon değil, ulusal kanal yayını yapan bi televizyon. Annem de yanımda oturmuş meyve yeyip vasat dizilerinden birini izliyordu. Vasat çünkü; hepsi birbirinin aynısı. Başrolünde iffet yoksunu fakat hayata karşı mücadele(?) halinde, anne babasına isyan eden ve geleneğe baştan sona zıt bir kız var. Zaten bunu tahmin etmişsinizdir çünkü hemen hepsinin başrolünü bu arkadaşlar süslüyor. Ve bu kızlar hep haklı. Fakat iffetsiz. Yine de haklı.

Şimdi ben bunu neden anlattım? Toplumda varedilegelen bir cazibe noktasına ortaparmağımı basabilmek için. Bu şahsım tarafından tasvir edilen güzel, isyankar, fönlü saçlı, kot pantolon giyen ve yardımcı başroldeki çocukla aşk yaşayan kız inşa edilmek istenen, imrendirilen kız profili. Yani kız olmamama rağmen ben bile imreniyorum bazen. İlginç.

Bizim camia da bundan nasibini aldı tabiki. 10 küsur yıl önce aktif mücadeleden kafasını kaldırmış ve dünyayı gözlemleme fırsatı bulan bizim camia bir imtihandan başkasına sıçradı. Üstelik şu an imtihanı kaybetmek bir kenara, resmen şık kaydırıyor!

"Benim neden yok?", "Ben neden onun gibi yapamıyorum?", "Pekala ben de parti yapabilirim", "Onun giydiğini ben de gidebilirim", "Ben de onun gibi düşünebilirim?!"

Elimizde bulunan kompleksler bunlar. Buyrun birini seçin. Beynimize incelikle şırıngalanan yaşam tarzları, ideolojiler bizi buna itiyor çünkü. Şırıngalanan o garabetler gibi hissetmezsek, düşünmezsek ya da amel etmezsek kendimizi ezik hissediyoruz. Ah be kompleks güzelleri. Why so complex?

Tamam anlıyorum, insana yetmez. Bakın bana da bazen yetmiyor. Ama şu bi karış sakalımla LGBT savunucusu olmuyorum. Utanç verici bu çünkü. Lanetlenmişe saygı duymak lanetlenmiş güruhun üyelik formunu imzalamak değil midir? Biz inşa eden bir medeniyetken neden alternatif ya da eklenti paketi üretmek zorundayız?
Refah ile olan imtihanımızı kaybediyoruz. İçki içemediğimiz için -aslında bununla övünmemiz gerekirken- alkolsüz bira içip alkolsüz barlarda takılıyoruz. İsraf para ile israf vakitler satıyoruz.

En iğrenci de ne biliyor musunuz? Bize küfredenler bizi şakşak yapsın diye doğru bildiğimiz yamultarak söylemek ya da doğru bildiğimiz gizlemek. Lan arkadaşım o adam cool gözüküyor ama bu gidişle cehenneme kütük olacak o gerizekalı. Dinle, imanla dalga geçiyor. Sen o seni alkışlasın diye, re-tweet etsin diye, "bu adam sakallı, bu kız başörtülü ama bizden" desin diye neden dansözlük yapıyorsun? Mal mısın sen? Hangi ironinin ürünüsün sen arslanım?

Yazımı Ahmet Özcan'dan bir alıntıyla bitiriyorum;
"Liberal faşizmin bütün ideolojik kampanyasına rağmen  insanlık erkeğe erkek, kadına kadın, helale helal, harama haram, sapıklığa sapıklık, eşcinselliğede ibnelik demeye devam edecektir."
Üşenmeyip okuyan varsa teşekkür ederim. Dikkat edin; boynunuz kırılırsa çok tehlikeli. 

Sevgili Reçel Blog Tayfası

Öncelik Turşu Blog girişimi çok yanlış anlaşıldı. Evet, mizah yaparken ciddiye alınmak da güzel tabi. Ancak Reçel Blog ekibinin entelektüel hezeyanlarını basbayağı alaya aldığımız yazıların bile sosyal medyada bu kadar dikkate alınması güzel tabi. Önümüzdeki günlerde tacize uğrayan erkeklerin hikayeleri, At Pazarı'nda kadın bakışlarından kaçmak için Dayıların oraya sığınıp taburede kitap okumak zorunda kalan entelektüel - edebiyatçı - İslamcı gençlerin acıları, Metrobüs'te kadınlara yer vermek zorunda kalan erkeklerin Beylikdüzü'ne ulaşana kadar yaşadıkları ve evleneceği kızın yanında ev işleri yapmayı ne kadar da çok sevdiğini anlatmak isteyen romantiklerin ikilemi dahil pek çok konuyla karşınızda olacağız. Fakat öncesinde bazı konuları açıklığa kavuşturalım dedik.

Sevgili Reçel Blog tayfası,

Öncelikle bize teşekkür etmeniz lazım. Çünkü bizi tekfir etmenize rağmen sizi tekfir etmiyoruz ve bazı, bir takım hatalı düşüncelerle kendinize yazık etseniz de sizi seviyoruz. Yani öyle çok sevmiyoruz da yine de seviyoruz. Sizi anlamadığımızı düşünüyorsunuz fakat biz sizi anlıyoruz. Bakın biliyoruz, Türkiye'nin en iyi üniversitelerinde okudunuz, acayip özgür olduğu iddia edilen bir ortamla tuvalete gitmenin bile kurallarının belli olduğu geleneksel bir toplum arasında kaldınız, bu ikilem içerisinde feci şekilde cool insanların yanında varlık göstermek istediniz, sonunda bir kültürel çatışma, bir kimlik bunalımı, bir geçiş döneminin ardından kadınlara kadın olarak, insan olarak değil de 'Bacı' olarak bakan ve evleneceği kızdan da 'Helalim olacak kız' diye bahseden insanlardan bu dönemin hırsını çıkarmaya çalışıyorsunuz. Hayır bunları niye söylüyoruz? Yani biz sizi anlıyoruz.

Sen tut Boğaziçi Üniversitesi'nde Sosyoloji oku, sonra tut acayip konular öğren, Giddens, Durkheim, Franz Fanon, Baudrillard, Sartre , Simülasyon Kuramı filan deyip yüksek lisans, doktora filan derken tam da pHd yapacağın alanla ilgili hayaller kurarken karşına Annen çıktı ve dedi ki evlen. Aslında ya evlenip evinin hanımı, kocanın kadını, çocuklarının anası olmalıydın ya da hiç evlenmeyip sosyolojinin hanımı, akademinin kadını ve kitaplarının anası olmalıydın. Bir an gaza geldin ve ev işlerinde sana yardım edeceğini sandığın bir adamla evlendin. Sonra baktın ki ev işleri, çocuk bakımı ve okul bir arada olmuyor sonra anne olmakla öğrenci olmanın aynı anda yürümeyeceğini görmenin hırsıyla Reçel Blog insanı oldun. Bir nevi grup terapisi uyguluyorsunuz orada birbirinize yani farkındayız. Masonik bir örgüt olmadığınızı filan da biliyoruz.

Neyse hikaye uzun. Acayip taciz hikayeleri yazdınız. Başörtülü görülmekten rahatsız oldunuz. Kadın olduğunuzun fark edilmesini istediniz. Erkeklerin sizi yönettiğini öne sürdünüz. Bakın dikkat edin, bunların hiç birisine karşı çıkmadık. Nihayetinde otobüste başörtülüsü başörtüsüzü fark etmez kadını taciz eden erkekleri döverek orta kapıdan atan bir kültürün çocuklarıyız biz. Kadın anamızdır, bacımızdır, karımızdır. Bizim değilse başka birisinin anasıdır, bacısıdır, karısıdır. O nedenle kadının birisine dokunan hepsine dokunacak potansiyele sahiptir ve dövülerek rehabilite edilesidir. Eğer mesele kadını taciz edeni yola getirmekse devletimizin izin vermesi durumunda taciz sorununu da kadını dövme sorununu da bir ay gibi kısa bir sürede kendi yöntemlerimizle çözeceğimizi garanti ediyoruz. Verin yetkiyi görün etkiyi.

Bu arada biz ak troll olmadığımız gibi baya bildiğiniz İslamcıyız. Partisiz, Saadet Partili, eski Müs-Genç yeni Müs-Genç filanız. Sandığınız gibi acayip işlerle de uğraşmıyoruz. Çoğumuzun en büyük hobisi Duvar Dibi'nde İsmet Özel okuyup ortamlarda AK Parti'ye ufaktan laf çakmak. Bununla birlikte Müslümanları topyekün sorunlu addettiğiniz ve tamamının bir garabet içerisinde olduğunu düşünecek kadar Fatih'ten uzaklaşıp Boğaziçili, Taksimli veya Aksaraylı olduğunuz için bizimle ilgili ciddi şekilde saçmalıyorsunuz. Ciddi gülüyoruz. Ak troll maaşı aldığını söylediğiniz gençlerin bir kısmı Somuncu Baba'da veresiye çay içiyor lan ne maaşı? HDP'nin söylemediği, sola yancılık yapmayan, sosyalizmin İslamileştirilmesi gibi uçuk bir projeye hoş bakmayan kim varsa hemen ak troll öyle mi? Neyse, biz İstanbul Üniversitesi'nde komünist pataklayıp geceleri Fatih'te sizin yerinize de kadın bedeninin metalaştırıldığı bilboard reklamlarını boyayan gençleriz, abartmanıza gerek yok.

Ha neden Turşu Blog dedik, öyle acayip bir derinliğimiz yok. Zaten biz özünde okulsuz toplumcuyuz, Ivan İlyiç Reis'in fedaileriyiz. Akademinin bilime tecavüz ettiğini, profesörlerin pek çoğunun kendisini yarı tanrı filan sandığını düşünüyoruz. Hatta bazen bir adım daha ileri atıp üniversitesine de rektörüne de ağız dolusu saydırıyoruz. 

Neyse yani, işte böyle. Bendeniz artık Abdulkahhar Mukimoğlu ismiyle Turşu Blog neferi olarak yazılarımı sürdüreceğim. Neden mi Abdulkahhar Mukimoğlu? Düşündüm düşündüm en maskülen isim olarak bunu buldum. Hani reçel kelimesi çağrışımı itibariyle ne kadar feminense ve turşu kelimesi de çağrışımı itibariyle ne kadar maskülense bendenizin müstear ismi de bir o kadar maskülen. Böyle olsun istedim. Sizi seviyoruz ve zaten kadınları sevdiğimiz için toplumu size karşı uyarıyoruz. Tabi bazı hatalarımız da olmadı değil. Size karşı kutsal mücadelemizin başında sizin viralinizi yapmaya kadar vardırdık işi ama sonradan fark ettik.

Son söz yerine: Çocuk bakmaktan mı sıkıldınız? Ev işleri mi ağır geliyor? Başörtüsü gibi belirgin bir simgeyi kafalarında taşımadıkları için İslamcı erkeklerin görünmez olup her halt ettiğini düşünecek kadar şizofrene mi bağladınız? Çocuğunuzla birlikte doktora yapmaya kalktınız ve sınıfa çocuğunuzla gitmenizden profesör rahatsız mı oldu? Çözüm basit. Kur'an okuyun. Kocanıza itaat etmeyi dedin. Babanızla konuşun ve buhranlarınızı anlatın. Okulu bırakın. Doktora çocuğunuzdan daha kutsal değil bunu bilin. İslamcı erkeklerin büyük bedeller ödediğini, İslami Hareket tarihi boyunca yüzlerce gencin toprakları kanıyla suladığını hatırlayın. 28 Şubat sürecinden bu yana hala  görünmez sandığınız yüzlerce İslamcı erkeğin cezaevinde yattığını göz önüne alın. Bu blog yazarlarının içerisinde bile o süreçte yargılananların büyük sıkıntılar çekenlerin, siz başörtünüzle okula girebilesiniz diye olmadık militanlıklar yapanlar da olduğunu bilin ve az biraz edepli olun. Edep hem erkeğe hem kadına ziynettir.

Özünüze dönmeyecek misiniz? Biz feminizm vitrininde İslamcılık, sol pazarında başörtülülük mü satacağız diyorsunuz? Hayırlı işler canım, bize ne?

Artık bizim baskımızı filan üzerinizde hissetmenize gerek yok. Çünkü sizin başınızda örtü zaten bizim uğruna dayak yediğimiz, sorgulardan geçtiğimiz, yargılandığımız, sicilimizi yaktığımız, askerliğimizi psikopatlarla birlikte yapmamıza sebep olan, hayatı birkaç sene ertelediğimiz başörtüsü değil demek ki. Madem başınızdaki örtüden bu denli rahatsızsınız ve başörtülü kadın olarak görülmekten bile rahatsız olacak kadar özgüven kaybına uğradınız. Başınızdaki örtünün varlığından ya da yokluğundan bağımsız olarak kalbinizi kaybetmişsiniz kardeşim. Allah yardımcınız olsun.

20 Mayıs 2015 Çarşamba

NEDEN FEMİNİZM, ANLATSANA CANISI?

Ama unutma, değiştirmeye çabaladığın şey Allah’ın emri olabilir. Daha ironik olanı, Allah’ın emrettiği gibi yaşayarak eşit olabilecekken, kendini önce dibe çekip sonra eşitlemeye çabalıyor da olabilirsin.

----

Müslüman kardeşim sana soruyorum: Neden feminizm? Ben üstüne çok düşündüm. Zamanında sıkı bir feminist olduğumu da yazdım hatta. Ama sonra sorular cevapsız kalınca anladım, ne beyhude geçmiş nice zamanım…

Müslüman kardeşim sana söylüyorum. Şu konuyu şöyle baştan bir ele alalım diyorum. Lam’ıcim’i yok. Kibarlık da yapmayacağım. Şimdi hani eşitlik diye yola çıkıyoruz ya –bak kendimi de kattım, sakın alınma- bence feminist harekete gönül vermiş kadınlar olarak bu eşitliği sağlamak adına ilk olarak pisuvaraişiyelim hepimiz. Dur, hemen şok olma; hele mahcup, sakın olma! Sen feministsin. Eşitsin! En az benim kadar iyi bilirsin. Mor çatının kurulmasının hemen ardından “İffetli Kadın Olmak İstemiyoruz” eylemleri ile birlikte bir grup feminist yoldaşımız(!) sadece erkeklere mahsus yerlere girip konuşmalar yapmaya başlamadı mı?E, öyleyse? Tuvaletten daha iyi erkeklere has ortam mı olur? Hem bakarsın pisuvardanpisuvara muhabbet de koyulaşır, orada eşitleniveririz karşı cinsimiz ile?

Buna olmaz mı diyorsun Müslüman kardeşim. Bizde çare çok... Öyleyse şöyle yapalım, davamız için her birimiz erkeklerin karşısına dikilip “Ev işi yapmam, senin anne-babana bakmam, ben de çalışır para kazanırım” diye dayılık yapalım. A, bak dayılık nasıl da ataerkil bir söylem, sözümü geri aldım, biz onlara bu cümleleri söylerken halalık yapalım. Yaptınız mı? Çok güzel. Şimdi bir dakika nefes alalım ve o da ne? İslam diyor ki MÜSLÜMAN FEMİNİST(!) kardeşim; “Erkeğin gücü varsa kadına ev işinde yardımcı tutmalı yahut yardımcı olmalıdır. Allah rasulüsöküğünü dahi kendi dikerek bunu müminlere anlatmıştır. Dini olarak erkeğin ailesine bakmakla yükümlü olan erkeğin kendisidir. Ve son olarak haram olmayan ortamda kadın evin geçimine katkı sağlayabilir ki kaynaklar rasulullahın eşlerinin meşru olarak kendi bakımları için para kazanacak işler yaptığını gösterir. Tüh, gördün mü, İslam zaten sana istediğin şartları vermiş!

Ama yetmez değil mi? Ataerkil aile yapısı bizi çok rahatsız ediyor. Haklısın kardeşim. Yalnız düşündüm de Hudeybiye’deHz.ÜmmüSeleme’nin tavsiyesi ile büyük bir kaosu çözen bizim rasulümüz değil miydi? “Elinin hamuru ile bırak erkek işini, bir de devlet işine mi karışıyorsun?” diyebilirdi, demedi. Demek ki İslam burada da biz kadınlara “Eziksin sen, ezik kal” dememiş.

Belki şimdi diyeceksin ki Müslüman kardeşim, miras var, şahitlik var, çok eşlilik var. Haklısın. Şimdi bunları da sana uzun uzun anlatmak isterdim, ama yerim dar. Ancak şunu söylemeden geçemeyeceğim. İman kalbi bir meseledir kardeşim. Akla uygundur, ancak illa ki kalp gerektirir. Zaten bu yüzden de imanın tanımı; “Kalp ile tasdik, dil ile ikrar” diye nitelendirilir. Şimdi sen bir eşitlik rüzgarına kapılmış, oradan oraya savruluyorsun ya. Diyorum ki çok savrulma kardeşim, bilmediğin yerlere uçarsın. Maazallah, Rabbin hikmetinden sual olunmaz. Ha sor, hobi olarak yine sor. Ama unutma, değiştirmeye çabaladığın şey Allah’ın emri olabilir. Daha ironik olanı, Allah’ın emrettiği gibi yaşayarak eşit olabilecekken, kendini önce dibe çekip sonra eşitlemeye çabalıyor da olabilirsin. Müslüman kardeşim! Ben yaşadım ve gördüm. Senin geçtiğin yolları ezber ettim. Bence sen eşit olmaya değil, Allah’ın rızasını kazanmaya bak. Hatta ne yap biliyor musun? Feminizmi, haklarını, eşitliğini anlatmaya harcadığın çabayı İslam’ı anlatmaya harca. –tabi önce bir güzel öğren- Gönlü Muhammedi merhamette, İslami şuurda gençler yetiştirirsen, bize her yer “feministan” olur zaten.  Ah bir bilsen Müslüman feminist kardeşim! İslamiyet ne hoş, ne güzel, ne adil bir din. Sen rabbinin hakkını yerde koyacağını mı zannettin?

Hakkıma razıyım, İslam’a tabiyim diyorsan ne âlâ. Yok, cevabın hayırsa; anlatsana canısı, neden feminizm?

@imtihandevesus

19 Mayıs 2015 Salı

Selamun Aleykum


Öncelik Turşu Blog girişimi çok yanlış anlaşıldı. Evet, mizah yaparken ciddiye alınmak da güzel tabi. Ancak Reçel Blog ekibinin entelektüel hezeyanlarını basbayağı alaya aldığımız yazıların bile sosyal medyada bu kadar dikkate alınması güzel tabi. Önümüzdeki günlerde tacize uğrayan erkeklerin hikayeleri, At Pazarı'nda kadın bakışlarından kaçmak için Dayıların oraya sığınıp taburede kitap okumak zorunda kalan entelektüel - edebiyatçı - İslamcı gençlerin acıları, Metrobüs'te kadınlara yer vermek zorunda kalan erkeklerin Beylikdüzü'ne ulaşana kadar yaşadıkları ve evleneceği kızın yanında ev işleri yapmayı ne kadar da çok sevdiğini anlatmak isteyen romantiklerin ikilemi dahil pek çok konuyla karşınızda olacağız. Fakat öncesinde bazı konuları açıklığa kavuşturalım dedik.

Sevgili Reçel Blog tayfası,

Öncelikle bize teşekkür etmeniz lazım. Çünkü bizi tekfir etmenize rağmen sizi tekfir etmiyoruz ve bazı, bir takım hatalı düşüncelerle kendinize yazık etseniz de sizi seviyoruz. Yani öyle çok sevmiyoruz da yine de seviyoruz. Sizi anlamadığımızı düşünüyorsunuz fakat biz sizi anlıyoruz. Bakın biliyoruz, Türkiye'nin en iyi üniversitelerinde okudunuz, acayip özgür olduğu iddia edilen bir ortamla tuvalete gitmenin bile kurallarının belli olduğu geleneksel bir toplum arasında kaldınız, bu ikilem içerisinde feci şekilde cool insanların yanında varlık göstermek istediniz, sonunda bir kültürel çatışma, bir kimlik bunalımı, bir geçiş döneminin ardından kadınlara kadın olarak, insan olarak değil de 'Bacı' olarak bakan ve evleneceği kızdan da 'Helalim olacak kız' diye bahseden insanlardan bu dönemin hırsını çıkarmaya çalışıyorsunuz. Hayır bunları niye söylüyoruz? Yani biz sizi anlıyoruz.

Sen tut Boğaziçi Üniversitesi'nde Sosyoloji oku, sonra tut acayip konular öğren, Giddens, Durkheim, Franz Fanon, Baudrillard, Sartre , Simülasyon Kuramı filan deyip yüksek lisans, doktora filan derken tam da pHd yapacağın alanla ilgili hayaller kurarken karşına Annen çıktı ve dedi ki evlen. Aslında ya evlenip evinin hanımı, kocanın kadını, çocuklarının anası olmalıydın ya da hiç evlenmeyip sosyolojinin hanımı, akademinin kadını ve kitaplarının anası olmalıydın. Bir an gaza geldin ve ev işlerinde sana yardım edeceğini sandığın bir adamla evlendin. Sonra baktın ki ev işleri, çocuk bakımı ve okul bir arada olmuyor sonra anne olmakla öğrenci olmanın aynı anda yürümeyeceğini görmenin hırsıyla Reçel Blog insanı oldun. Bir nevi grup terapisi uyguluyorsunuz orada birbirinize yani farkındayız. Masonik bir örgüt olmadığınızı filan da biliyoruz.

Neyse hikaye uzun. Acayip taciz hikayeleri yazdınız. Başörtülü görülmekten rahatsız oldunuz. Kadın olduğunuzun fark edilmesini istediniz. Erkeklerin sizi yönettiğini öne sürdünüz. Bakın dikkat edin, bunların hiç birisine karşı çıkmadık. Nihayetinde otobüste başörtülüsü başörtüsüzü fark etmez kadını taciz eden erkekleri döverek orta kapıdan atan bir kültürün çocuklarıyız biz. Kadın anamızdır, bacımızdır, karımızdır. Bizim değilse başka birisinin anasıdır, bacısıdır, karısıdır. O nedenle kadının birisine dokunan hepsine dokunacak potansiyele sahiptir ve dövülerek rehabilite edilesidir. Eğer mesele kadını taciz edeni yola getirmekse devletimizin izin vermesi durumunda taciz sorununu da kadını dövme sorununu da bir ay gibi kısa bir sürede kendi yöntemlerimizle çözeceğimizi garanti ediyoruz. Verin yetkiyi görün etkiyi.

Bu arada biz ak troll olmadığımız gibi baya bildiğiniz İslamcıyız. Partisiz, Saadet Partili, eski Müs-Genç yeni Müs-Genç filanız. Sandığınız gibi acayip işlerle de uğraşmıyoruz. Çoğumuzun en büyük hobisi Duvar Dibi'nde İsmet Özel okuyup ortamlarda AK Parti'ye ufaktan laf çakmak. Bununla birlikte Müslümanları topyekün sorunlu addettiğiniz ve tamamının bir garabet içerisinde olduğunu düşünecek kadar Fatih'ten uzaklaşıp Boğaziçili, Taksimli veya Aksaraylı olduğunuz için bizimle ilgili ciddi şekilde saçmalıyorsunuz. Ciddi gülüyoruz. Ak troll maaşı aldığını söylediğiniz gençlerin bir kısmı Somuncu Baba'da veresiye çay içiyor lan ne maaşı? HDP'nin söylemediği, sola yancılık yapmayan, sosyalizmin İslamileştirilmesi gibi uçuk bir projeye hoş bakmayan kim varsa hemen ak troll öyle mi? Neyse, biz İstanbul Üniversitesi'nde komünist pataklayıp geceleri Fatih'te sizin yerinize de kadın bedeninin metalaştırıldığı bilboard reklamlarını boyayan gençleriz, abartmanıza gerek yok.

Ha neden Turşu Blog dedik, öyle acayip bir derinliğimiz yok. Zaten biz özünde okulsuz toplumcuyuz, Ivan İlyiç Reis'in fedaileriyiz. Akademinin bilime tecavüz ettiğini, profesörlerin pek çoğunun kendisini yarı tanrı filan sandığını düşünüyoruz. Hatta bazen bir adım daha ileri atıp üniversitesine de rektörüne de ağız dolusu saydırıyoruz. 

Neyse yani, işte böyle. Bendeniz artık Abdulkahhar Mukimoğlu ismiyle Turşu Blog neferi olarak yazılarımı sürdüreceğim. Neden mi Abdulkahhar Mukimoğlu? Düşündüm düşündüm en maskülen isim olarak bunu buldum. Hani reçel kelimesi çağrışımı itibariyle ne kadar feminense ve turşu kelimesi de çağrışımı itibariyle ne kadar maskülense bendenizin müstear ismi de bir o kadar maskülen. Böyle olsun istedim. Sizi seviyoruz ve zaten kadınları sevdiğimiz için toplumu size karşı uyarıyoruz. Tabi bazı hatalarımız da olmadı değil. Size karşı kutsal mücadelemizin başında sizin viralinizi yapmaya kadar vardırdık işi ama sonradan fark ettik.

Son söz yerine: Çocuk bakmaktan mı sıkıldınız? Ev işleri mi ağır geliyor? Başörtüsü gibi belirgin bir simgeyi kafalarında taşımadıkları için İslamcı erkeklerin görünmez olup her halt ettiğini düşünecek kadar şizofrene mi bağladınız? Çocuğunuzla birlikte doktora yapmaya kalktınız ve sınıfa çocuğunuzla gitmenizden profesör rahatsız mı oldu? Çözüm basit. Kur'an okuyun. Kocanıza itaat etmeyi dedin. Babanızla konuşun ve buhranlarınızı anlatın. Okulu bırakın. Doktora çocuğunuzdan daha kutsal değil bunu bilin. İslamcı erkeklerin büyük bedeller ödediğini, İslami Hareket tarihi boyunca yüzlerce gencin toprakları kanıyla suladığını hatırlayın. 28 Şubat sürecinden bu yana hala  görünmez sandığınız yüzlerce İslamcı erkeğin cezaevinde yattığını göz önüne alın. Bu blog yazarlarının içerisinde bile o süreçte yargılananların büyük sıkıntılar çekenlerin, siz başörtünüzle okula girebilesiniz diye olmadık militanlıklar yapanlar da olduğunu bilin ve az biraz edepli olun. Edep hem erkeğe hem kadına ziynettir.

Özünüze dönmeyecek misiniz? Biz feminizm vitrininde İslamcılık, sol pazarında başörtülülük mü satacağız diyorsunuz? Hayırlı işler canım, bize ne?

Artık bizim baskımızı filan üzerinizde hissetmenize gerek yok. Çünkü sizin başınızda örtü zaten bizim uğruna dayak yediğimiz, sorgulardan geçtiğimiz, yargılandığımız, sicilimizi yaktığımız, askerliğimizi psikopatlarla birlikte yapmamıza sebep olan, hayatı birkaç sene ertelediğimiz başörtüsü değil demek ki. Madem başınızdaki örtüden bu denli rahatsızsınız ve başörtülü kadın olarak görülmekten bile rahatsız olacak kadar özgüven kaybına uğradınız. Başınızdaki örtünün varlığından ya da yokluğundan bağımsız olarak kalbinizi kaybetmişsiniz kardeşim. Allah yardımcınız olsun.

Abdulkahhar Mukimoğlu

16 Mayıs 2015 Cumartesi

FEMİNİST ÜTOPYA

İngiliz edebiyatı bölümünde okuyorsanız iki farklı dünyada yaşıyorsunuz demektir. Bu iki 
dünya arasındaki sınır, sınıf kapısının ta kendisidir. Sınıf kapısından içeri adım atmadan önce 
erkek egemen dünyada nefes alırken sınıfta adeta feminen güç söz sahibi. Nasıl olmasın ki ? 
Hem kadın olacaksın hem de İngiliz edebiyatında hoca. Bu durumda feminizm kaçınılmaz bir 
sondur. Tabi bu kaçınılmaz son masumların başında patlıyor.
     İlk olarak tüm samimiyetimle söyleyebilirim ki okuduğunuz 5 metinden 6’sı, evet 6’sı,
feminist teori ile ilgili. Hikaye ise standart; kişi patriarkal toplumda yaşam mücadelesi veren 
bir kadın; yer patriarkal bir toplum; zaman patriarkal kuralların hüküm sürdüğü bir zaman. 
Öykünün sonunda kadın ya topluma karşı görevlerini ( annelik, zevcelik vb) reddederek 
kendine bir yol çizer ve sonsuza kadar mutlu mesud (!) yaşar ya da o toplum içinde 
baskılardan ötürü çürür ve yok olur. Aksini iddia edemezsiniz, klişelere karşı gelemezsiniz. 
Okumak ve feminist teorinin hoşuna gidecek yorumlar yapmaya mahkumsunuz. Yoksa 
karşınızdaki melek yüzlü hoca bir anda tırnaklarını çıkarmış bir cadıya dönüşebilir. ( Hoş, cadı 
olarak nitelendirilmek feministlerin hoşuna gider, zira cadılar da kadındır üstelik tarihte “cadı 
avları” olarak bilinen bir dizi katliama maruz kalmış, masum kadınlardır. )
     Ve gelgelelim o sahneye; erkek bir şahıs duygu ve düşüncelerini belirtmek adına söz alır ve 
tüm gözler, bilhassa feminen bakışlar tehditkar bir ifadeyle ağzından dökülecek sözleri bekler 
pür telaşla. Kısa süreli şok geçiren erkek şahıs bir iki kekelemenin ardından hocanın söylemini 
yineler. Böylece anaerkil düzenin takdirini kazanır. Anaerkil düzenin bu baskısı münasebetiyle 
gerçek düşüncelerini yutmak zorunda kalmıştır bu arkadaş.
     Buraya kadar belki her şey normal karşılanabilir, tolere edilebilir. Lakin asıl dilemma 
feminist bacıların başörtülü bacılarıyla göz göze geldiği o anda ortaya çıkar. Kadını kutsayan,
onu her yönüyle savunan feminist akıl başörtülü bacısına alaycı ve kibirli bir bakış atarak 
yaşadığı ruhsal karmaşayı gözler önüne serer. Kadın özgürlüğü sloganları atan feminist 
arkadaş, özgür iradesiyle seçimini yapmış bir kadını eleştirir, yerden yere vurur. Haklı olarak 
şöyle bir soru şekilleniyor kafamızda ; “  Bre arkadaş ! Sen değil miydin kadın seçimlerinde 
özgürdür, istediğini giyer istediğini takar diyen ?” 
     Velhasıl mesele kadın-erkek meselesi değil, mesele kendi ideolojisini bir ve kutsal saymak 
ve de farklı düşünenleri aforoz etmektir. Tam bir faşizan kafa yapısı değil de nedir ? 
     Ve sonunda ders biter, bizler ataerkil dünyanın sınırlarına geçiş yaparız.

Büşra Begçecanlı

Feminist misin? HAYIR, İNSAN!


Kadın olarak bir erkeğe eşit olmaya verdiğim savaşı, insan olmaya harcasaymışım keşke. Çünkü inanıyorsam eğer –ki inşallah iman ediyorum- ben, bir diğerine üstünlüğüm ancak takvam ile mümkündür. Buna rasulüm Muhammed Mustafa (s.a.v) şahittir.

Ben Müslüman, feminist, evli bir kadındım. Aslında yazıya burada son verip ibret olsun diyerek –ki bu ilk cümle bir fıkra da olabilir- girizgahımı afiş yapıp asmak gerekir; ama neyse…

Ben Müslüman bir kadınım… Hani öyle dört dörtlük değil, ama karınca kararınca Allah’ın emrine riayet gayretinde. Müslüman kimliğimle gurur duydum her daim. 28 şubatı yaşadım, örtüme uzanan ellere küfürler bastım. Sebebime jandarma istihbaratın toplanmışlığı bile vardır, ama yılmadım. Haykırdım: Ben Müslümanım diye. –Şimdi bunlar ne alaka diyen arkadaşım, sonuna kadar gelebilirsen ve dahi ben kafamdakileri bir sıraya dizip de toparlayabilirsem anlayacaksın inşallah.-

Ben feminist bir kadınım/kadındım. Eşitlik der de başka bir şey demezdim. Hani çok affedersiniz “erkekler sidik yarışına girse, benim ne eksiğim var” diyecek kadar. Erkek egemenliğinden(!), üstünlüğünden(!), hegemonyasından öyle bir tiksinirdim ki babamın karşısına geçip “Erkek olduğun için senden nefret ediyorum, yalnız babam olduğun için de çok seviyorum” demişliğim bile vardır.

15 Mayıs 2015 Cuma

Demek Ki Doğru Yoldayız deyip Ti'ye Almak

1980lerdi… Devlet kadının başörtüsüyle okuyamayacağına hükmetmişti.
Anadolunun muhafazakar aileleri seküler devletin okullarında kızlarını okutmak 
istemiyorlardı. Kızlarının değerlerini, dini ve kültürel hassasiyetlerini 
yitireceklerinden korkuyorlardı. Zaten kendilerine biçilen milletin efendisi olan 
ama köylerde, kasabalarda küçük yerlerde imkansızlıklarla yaşayan itaatkar 
rollerine itiraz edemiyorlardı. Gerek ordu, gerek siyaset, gerek maddi desteklere 
erişimde uğradıkları kısıtlamalar da buna maniydi zaten. O milletin efendisi 
olarak köylerdeydi, küçük işletmeydi ama efendi olmayanlar devlet destekleriyle 
şehirlerde büyük işletmeleri kuruyor, devletin tüm imkanlarından 
faydalanıyordu. Yüksek eğitim kurumlarında eğitim alıyor, devletin yüksek 
kademelerinde çalışıyor, beyaz yakalı kadrolarını dolduruyordu.
1990’lardı… İmamHatip liselerinin yayılması ile birlikte Anadolu insanı 
kızlarını okutabileceği eğitim kurumlarına kavuşur kavuşmaz kızlarını okutmaya 
başladı. Laik kadınlarımız stk’lar kurup Anadolu insanına kızlarınızı okutun 
demeye başladılar. ‘Kızlarınızı bize verin, biz onların tüm masraflarını 
karşılayacağız, onları okutacağız. Yeter ki kızlarınızı imamhatiplerden alıp bize 
verin.’ demeye başladılar. Lakin bu öneri pek itibar görmedi. Bunun üzerine 
devlet, ‘Bir dakika!’ dedi. ‘Kızların başlarındaki siyasal bir simgedir. Bana ait olan 
hiçbir yerde kızlar bu örtüleriyle varlık sergileyemez, benim ‘modern, çağdaş 
kadın’ projeme itaat etmeyişlerini gözüme gözüme sokamazlar!’
Emri alır almaz cemaatine bu zaten füruattır diyen ve ne eğitim 
kurumlarında, ne yurtlarında bir tane örtülü kız bırakmayan dini grup 
haricindeki tüm kızlar mücadeleler verdi. Acılar çekti. Kimileri okullarını bıraktı, 
kimileri başını açtı, kimileri peruklar taktı. Her üç grup için de değişmeyen tek 
şey vardı: Acı. Kalıcı yaralar açıldı, depresyonlar yaşandı. Gözyaşlarıyla birlikte 
uzun, çok uzun mücadeleler verildi.

Neden Pembe Metrobüse Evet?



Öncelikle kendimi, müslüman bir kadın hakları savunucusu olarak
tanımladığımı belirterek söze başlayayım.

Geçtiğimiz günlerde Özgecan cinayeti vesilesiyle kadın cinayetleri ve
kadına karşı şiddet problemlerimizi tartışmaya başladık. Ardından, kadınların
tek sorunu cinayet, şiddet ve tecavüz değil, kadınların hayatı bu ülkede her an ve
her yerde erkek tacizi ile zorlaştırılıyor. Bundan da bıktık artık, demeye başladık.
Yani aslında kadınlar tecavüze, öldürülmeye karşı çıktıkları gibi, gündelik
hayatta sürekli maruz kaldıkları bu taciz baskısını da gündeme getirdiler. İşte
tartışmanın tacize evrildiği ve #sendeanlat hashtagi ile trendtopic olduğu, yani
çokça konuşulup tartışıldığı gün öne çıkan tartışmalardan birisi de pembe
metrobüs oldu.

14 Mayıs 2015 Perşembe

Turşu Manifesto

Allah'ın adı ve her müslümanın üzerine kâti surette vazife olan iyiliği emretmek, kötülükten nehyetmek şuurunu kuşanmış bir dil ile.

Turşu Blog olarak, yaşadığımız yozlaşmış dünya üzerinde kadının mâruz kaldığı şiddet ve tacizi, kadınla ilgili tahrip edilmiş çarpık anlayışı görüyor ve bunun nebevî bir metodoloji doğrultusunda düzeltilmesinin elzem olduğunu düşünüyoruz. Kadının sorunlarına karşı dini, disiplinleri, kültürü, tarihi, jeopolitik etkenleri görmezden gelip, tek-tip batılı seküler feminizm akımının kadının sorunlarına yönelik bir çözüm olduğuna inanmıyoruz. Bilakis feminizmi, kadını yeryüzündeki en kutsal statülerden biri olan 'annelik' vasfına ulaştıracak ya da Müslüman kadının şahsiyet oluşumuna yarayacak bir hareket değil; kadını yozlaştıracak tahribatı doğuracak bir tehlike olarak görüyoruz

13 Mayıs 2015 Çarşamba

maskulist manifesto



yeryüzünde hiç bir akıllı kadın yoktur ki eşitliği istesin, bu izm’e olan bağlılığı ise sadece ideolojik söylentilerin gazına gelmesinden, çökmüş rejimde zihinlerin bulanması sonucu debelenmesinden, multikültürel yozlaşmaya maruz kalmasından ve kendini bir yere (cumhuriyet, demokrasi, sosyalizm, islam) konumlandırmak zorunda hissetmesinden (yahut hissettirilmesinden) ileri gelmiştir.

evet kadın kadındır, erkek de erkek… kadının kadın, erkeğin de erkek oluşunu ihsan sabri çağlayangil bile izah etmiş vakti zamanında. aslında bu başlığa neutral manifesto diyecek idim amma ve lâkin ki duruş itibariyle nötr olarak suçlanmaktan korktum. duruşumu başlıkla evvelâ belli edeyim dedim.

feministler ikiye ayrılır, ikiye ayrılanlar da kendi aralarında ikiye ayrılır, ikiye ayrılmalar en son kendilerinin de ikiye ayrılmalarına dek devam eder. bu cenahtan öyle gruplar türemiştir ki son reddede: “kadın kadındır, erkek tamamlanmamış kadın.” diyenler bile çıkmıştır. tabî onlar da ikiye ayrılmış (daha doğrusu onları ikiye yarmışlar) sonradan.

Kapitalizm, Kadın, Teşhir, Seküler-Yancısı Dindar Kadınlar

Bu işleri tüm yönetenler feministlerin her gün ağızlarından düşürmedikleri gibi erkek-egemen sistemin çarkında yer alan sermayedarlar olsa bile; bu kadınların metalaşmasındaki kendi yükümlülüklerini değiştirmez.

Kadının tüketim toplumunun en kuvvetli parçası olduğu gerçeğiyle başlanmamış bir eleştirel yazı hep noksan başlayacaktır. Kadın, -isterse egemenler eliyle bu hale getirilmiş olsun- kapitalist tüketim toplumunu ayakta tutan en güçlü sütunlardan biridir. Bu sütunun sağlamlığı bir yana dursun, bu sütun binaya estetik bir değer katarak bu cüzzamlı zulüm yapısını 'şirinleştiren' bir ihtivaya da sahip.

Bunun sorumlusu kadın mı? Tüm yazıyı bir 'çöp' addedebilecek vasat bir yaklaşım ile sorulacak soruya baştan cevap vereyim ki; bizim gibi tahammülsüz olmayıp yazının tamamını okuyun. Evet, kadın.

Bir aydın Afrika'nın başına gelen tüm dramdan yine afrikalıları sorumlu tutar. Bu acımasız eleştirinin, Afrika eğer açlıktan ölüyorsa kendi yüzünden! çılgınlığına varan bu yorumun sebebi nedir hep merak etmiştim. Bu metni derinlemesine okuduğumda karşılaştığım şey şu oldu; size karşı yapılan her zulme karşı bir mukavemet göstermekle yükümlüsünüz. Yoksa size zulüm edenlerin tahakkümüne boyun eğer ve itaat etmiş bir şekilde yaşamaya devam edersiniz. Bu noktadan sonrası işleri daha zor ve içinden çıkılmaz bir cendereye sokuyor. Afrikalılar, beyazlar kendilerini köleleştirip madenlerini sömürmek için geldiğinde 'ölümüne' direnmediler. Bu onları özgürlüklerinden etti.

Hz. Havva Kadın Mıydı?

'Evet, bakın kadının en başta kadın, erkeğin de başta erkek olmadığını, bu tanımların daha sonra yayılan putperestliğin sonucu olarak iktidarın baskın öğesi haline gelen kralların kavramsallaştırması olduğunu iddia etsem ne kaybederiz'
Hz.Havva'nın cinsiyetiyle ilgili bir tartışmaya başlamadan evvel insanoğlunun (Dikkat edin hem Adem oğlu demedim hem de 'oğlu' ifadesini tırnak içerisinde yazmadım çünkü eril bir dini yorumun, geleneksel bir bakışın mensubu olduğumu göstermek istedim, eğer 'oğlu' ifadesini tırnak içerisinde yazsaydım, feminist bir erkek olduğumu anlatmış olurdum ki anlatmak istediğimin bu olmadığını izah etmem bence gereksiz) cinsiyet temelli tanımlanmasının kökenine inmek gerekir. Bazı soruları hiç sormayız. Neden? Mesela niçin doğurana "kadın" ve doğurmayana "erkek" denildi? Neden klasik cinsiyet tanımlamaları bu kadar kabul gördü? Hiç düşündük mü? Düşünmedik. Oysa düşünseydik, kadını insanın atası olarak görebilir, Hz.Havva'yı 'kadın' olarak değerlendiren geleneksel bakışın kendisinin yaşadığı dönemde henüz oluşmadığını bilebilirdik. Neden? Çünkü zaten hiç bir tanımın daha tam da oturmadığı hatta mesela çocuklara kadınların bakmak zorunda olup olmadığının bile tam da bilinemediği bir dönemdi. Bakın nirengi noktası burası; kadına kadın erkeğe erkek denilen dönem hep insanoğlunun sosyalleşmesiyle ilgilidir. Çok mu merak ediyorsunuz? Durkheim'a bakabilirsiniz. Tam emin değilim ama sosyolojiyle ilgili iyi metinleri olduğundan belki bu konuya da değinmiştir. Değinmediyse kaybedecek bir şeyiniz yok. Zaten buradaki asıl derdim Durkheim'in varlığından haberdar olduğumu göstermekti. Gördünüz. Devam edelim.